Posts

Showing posts with the label mustafa mutlu

Sözcüklerle Savaşmak

Image
“Akşam bastırdığında, sözlerin vahşi ormanında yolumu kaybetmiş olarak ve en ufak bir gürültü duyunca titreyerek, parkenin çıtırtılarını ünlemler sanarak, dili, insansız ve işlenmemiş saf halinde keşfettiğimi düşünüyordum.” J.P. Sartre [1]   Neden yazmak zorunda hissedildiği, kimin niçin yazdığıyla ilgili pek çok gerekçe bulunabilir. Kimisi yazmazsa delirecektir, öteki yazdığı için delirir, beriki deliliğine kılıf giydirmek için yazar, bir başkası deliliğin ve normalliğin -normal de ne demekse- ortasında sıkışıp kaldığı için, oradan bir an önce kurtulması gerektiği için yazar. Bazısı sevmek için yazmaktadır diğerleri de sevilmek için. Biri şöhret derdindeyken öteki keşiftedir. Her ne amaçla yazılıyor olursa olsun neredeyse tüm yazarlar, elbette, sözcüklerle anlatmayı sevdikleri için yazar; sözcüklerdir onları canlı tutan. Onlar, gerçeğin en iyi fotoğrafını sözcüklerle çeker.   Kimileri de vardır ki, ki onlara edebiyatın ve felsefenin büyük ustaları denebilir, büyük bir özgüven...

Kitle

Image
Alex Sojic Uzaktan bakılırsa herkes birbirine benzer, oysa yakından baba ile oğlun tanrısı bile birbirine benzemez. Kitle için öyleymiş, benziyormuş, birmiş gibi yapılır ya da ayrıksılara kulak tıkanır çünkü bir kitlede birlik içinde kalmaktan daha önemli hiçbir şey yoktur. Ayrıksı tanrılar törpülenir, farklı düşüncelerde ısrar eden çarmıha rahatça gerilir. Çünkü bir kitle, toplum olamamış olandır. Yalnız ezici bir ağırlığı vardır onun. Toplumun farklılıklarla yaşayabilme yetisini asla anlayamaz. Hatta bu yetiyi bir tür aşağılanma sayar. Kitle, bir gölün çevresinde sıralanmış, göldeki yansımalarını izleyen ve bu yansımalardan başka gerçeklik kabul etmeyen yüz binlerce insana benzer. Birbirlerinin yüzüne bile bakmazlar. Sadece yansımalarının, simgelerinin bilgisi vardır zihinlerinde. Birinin diğerini tanımaya yönelik hiçbir girişimi yoktur; zaten kendi yansımasını izlemekle o kadar çok zaman geçirmiştir ki başkalığın bilgisini, imgesini kavrayamaz ve bu nedenle diğerini kendi görmekte...

Beklemek Üzerine

Image
  “Ve bekliyorsun, o tek şey gelsin, Senin yaşamını sonsuz çoğaltsın diye” Rainer Maria Rilke        Beklentimiz gerçekleşinceye kadar neyi beklediğimizi bilmeyiz. Korkuyorum ama neden veya neyden korktuğumu bilmiyorum gibi bir şeydir bu. Olur mu yahu, onu bekliyorum çünkü beraber gezeceğiz ya da işe başlamak için şu durumun geçmesini bekliyorum çünkü iyi hissetmiyorum, yani neyi beklediğimi biliyorum, denebilir. Oysa burada önemli bir fark göz ardı edilir. Birini beklemek söz konusu olduğunda, örneğin, bir biri vardır bir de beklemek. İkisi yan yana getirilerek mevcut duygu veya duygulanıma bir bileşik ad verilmiş olur. Birini beklemek veya yalnızca beklemek bir şeyi ifade etmez. Birçok şeyin kısmen örtüşümüdür.       Beklenenin bekleme içinde yeri de yoktur. Sis perdesinin arkasında kalmıştır. Wittgenstein, bir şeye ağlayabiliriz ama ağlanan ağlama sürecinin bir bileşimi değildir, diyordu. Aynı şekilde bir şeyi bekleriz ama beklenen be...

Nefret Fakat

Image
  “-Buraya gelmenin nedeni ne? -Nefretle örtülmemiş gözleri görmek.” Princess Mononoke, Hayao Miyazaki         Nefret temel bir duygudur da sevgi değildir. İnanmıyorum sevginin kendi başına var olduğunu söyleyenlere. Onların kastettiği olsa olsa alışkanlık, zorunluluk, hayranlık veya hevestir. Ama hakiki sevgi, tanrısala yakın bir şey olmalı. Nefret için hiçbir şey yapmaya gerek yok; öylece durduğu yerde yüzüne yapışıverir insanın. Yakınlarında zeytin ağacı mı var mesela, hiç sorun değil, sonuçta gebertilebilecek, sesini çıkarmayacak bir şey. Sevgi ise –belki buna huzur, tahammül de eklenebilir- öyle bir anda gelmez. Yıllarca kendine emek vermesi gerekir kişinin. Bilgisi, deneyimi ve tahayyülüyle her nefret kıvılcımında kendisine karşı durabilecek kudrette olmalıdır.      Böyle karmaşık bir dünyada, bunca vahşetin ve kavganın ortasında nefretin önemsenmesi ve kullanılması gerektiği de pek ala söylenebilir. Adam sen de, onlar ateş ederken...

Orası

Image
  Fotoğraf: Mustafa Mutlu      İleride, denize yaslanmış küçük bir şehir yaşıyor. Sahil kasabası. Aslında ilçe ama sahil ilçesi çirkin bir tamlama. Ona bakıyorum uzaklardan, böylesi daha güzel. Çünkü içindeyken pek bir şey göremiyorum. Ya bendeki bir tür körlükten kaynaklanıyor bu ya da sahiden bir şeyin içindeyken o şey anlaşılmıyor. Oysa içinde görülebilecek birkaç şey yok değil, ikinci caddenin ortasında örneğin, denizden iki sokak uzakta, cumhuriyetin ilk yıllarında kiliseden camiye çevrilmiş muazzam bir yapı karşılıyor yoldan geçenleri. Onu, yani o yapıyı ilk defa bir arkadaşımdan duyduğumda hemen yola koyulup caddeyi aramıştım. Belki onun anlatışından belki de eski, dolayısıyla ruhu olan bir binanın yakınlarda bir yerde var olduğundan etkilenmiştim. Kestirmeden gitmem önerilmemişti, caddenin girişinden yürümeye başlayacaktım; sebebi neydi bilmiyorum. Camii, büyükçe bir binanın arkasına gizlenmişti neredeyse, görmek zordu. Hayatımda ilk defa deniz rengi kilise-c...

“Her Şeyi Düzeltmeye Kalkışmanın Yok Ettiği”

Image
  “Ey artık ölmüş olan at! -dediler- En güzeli oydu işte, yüzünün savaşla ilişkisi. Boydanboya bir karşıkoyma, denge ve istekli bir azalma. Onu bilirdik. O ağaç senin kanınla beslenirdi, hepimizi besleyen. Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız senin karşında, alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."   Turgut Uyar, Terziler Geldiler, Büyük Saat S. 223-226        “Bütün büyük kuşkucular eski idealistlerden çıkar” diyordu ismini hatırlayamadığım yazar. Çünkü idealist her şeyi düzeltmeye çalışır ve düzeltmeye çalıştığı şeyle beraber benliği yok olmaya başlar. Çünkü bir idealist, en azından kefenine aşık bir idealist, önüne çıkan her şeyi bir polis edasıyla değerlendirir. Tehlikelidir. Hakikat dediği, doğru dediği uğruna bilgiyi istediği gibi şekillendirir. Hatta anlamını değiştirmiş olsa bile, göz göre göre yeniden tanımlar elindekini. Bir bakıma Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu’sudur idealist. Ne d...