Sözcüklerle Savaşmak
“Akşam bastırdığında, sözlerin vahşi ormanında yolumu kaybetmiş olarak ve en ufak bir gürültü duyunca titreyerek, parkenin çıtırtılarını ünlemler sanarak, dili, insansız ve işlenmemiş saf halinde keşfettiğimi düşünüyordum.”
J.P. Sartre[1]
Neden yazmak zorunda hissedildiği, kimin niçin yazdığıyla ilgili pek çok gerekçe bulunabilir. Kimisi yazmazsa delirecektir, öteki yazdığı için delirir, beriki deliliğine kılıf giydirmek için yazar, bir başkası deliliğin ve normalliğin -normal de ne demekse- ortasında sıkışıp kaldığı için, oradan bir an önce kurtulması gerektiği için yazar. Bazısı sevmek için yazmaktadır diğerleri de sevilmek için. Biri şöhret derdindeyken öteki keşiftedir. Her ne amaçla yazılıyor olursa olsun neredeyse tüm yazarlar, elbette, sözcüklerle anlatmayı sevdikleri için yazar; sözcüklerdir onları canlı tutan. Onlar, gerçeğin en iyi fotoğrafını sözcüklerle çeker.
Kimileri de vardır ki, ki onlara edebiyatın ve felsefenin büyük ustaları denebilir, büyük bir özgüvenle peşi sıra dizilen bu sözcüklere hiç mi hiç güvenmez. Hatta belli başlı sözcüklerden nefret ettikleri gibi geriye kalanların da içinde sıkıştıklarını pek âlâ dile getirebilirler. Sözcük, varlığın üzerine çöreklenir. Onu aşmak, şöyle bir silkeleyip canlandırmak gerekir. Bu yazarların derdi de var olan sözcükleri kucaklamak değil, onlara büsbütün savaş açmaktır; onlar, sözcükleri eğip bükerek gerçekliği çatlatmak ister. Çatlayan yerlere gerçeklikten akan yine başka bir gerçeğin, yeni gerçeğin dolacağını bilirler çünkü. Ancak hiç de kolay bir iş değildir bu. Bakılan, incelenen şey, bir imgedir ve bir imgeye başka bir yoldan bakmak, kararsızlığında ödünsüz kalan bir şeyi kabul etmek demektir. Gelgelelim sözcükleri eğip bükmek, biraz harf koymak veya birkaç hecenin kökleriyle oynayıp etimolojik atıfla eldekini süslemek demek değil, sözcüğün ezgisiyle kavramın ezgisini aynı yerde seslendirmektir. Sözcük bir mezardır çünkü ve yazar neyi gömdüğünü iyi bilmelidir.
Enikonu rezilliğe pay bırakabilecek bir mesele bu, ki çoğunlukla ve özellikle ilk gençlik zamanında, en hırçın fikirlerin peyda olduğu, insanın sürekli bir şeylerin yardakçısı gibi hissedip devamlı sayıkladığı dönemde, “yeni” ile tüm dertlerin aşılacağı düşünülür. Bu uğurda çokça hikâye feda edilir. Ama yine de normal karşılanır tüm başarısız sözcük savaşları.
Kimi de Proust gibi hayatının son yıllarına bırakır sözcüklerle hesaplaşmasını. Kitaplıklarda çürütülen kitabı Kayıp Zamanın İzinde’de sözcükler kavramlara o kadar yaklaşır ki okur olarak kendimizi huzurlu, sahici bir şeyin içinde, sarmalayan ve gevşeten, sözgelimi beşikte ninni dinlerken buluruz. Rahatlarız, gevşeriz. Tanıdık bir şey vardır elimizdeki sayfalarda; öylesine gevşeriz ki artık bilmediğimiz bir patikaya girdiğimizi, sağdan soldan inen tokatları fark etmeyiz bile. Hayattır işte bu; sınır aşılmıştır. Yüzümüzdeki kızarıklıklar yeni gerçekler olur ve sonunda Proust’un eşsiz sözcükleri, tanımlayamadığımız çocukluk anılarının en iyi tanımları haline gelir, ta ki daha iyi bir tanım çıkana dek.
Bizim düşün dünyamızda Bilge Karasu’nun bu bakımdan ayrı bir yeri bulunur. O, yalnızca sözcüklerin yapısını çatlatmakla kalmaz, kritik konumdaki imgeleri de aşkınlaştırır. Bir bakarız ki bin kere yazılan sözcük, bin kere önüne ve sonuna neyin geleceğini ezberden çekip çıkardığımız mırıltı, onun ellerinde hiç de eğreti durmayan, olağanca ustalığıyla insan kadar eski sözcüklere meydan okur, başkalaşır. “Korku kiri” deyiveririr, “kimseyi gücendirmeme karabasanı”ndan bahseder. Göçmüş bir kediyi çıkarır karşımıza. Ne anlattığı, nasıl bir kediyi imlediği aşağı yukarı bellidir ve bu durumuyla en iyi halindedir, şimdilik.
İyi de nereden gelir bu yeni sözcükler. Ne tür bir kaynak, nasıl olur da neredeyse hayatla birlikte, belki ondan bir karış önde seyrederek bizi kendimize, bize ihtiyaç dâhi duymadan, öylece anlatıverir. Fernando Pessoa’ya göre sözcükler bir yerden öylece pörtleyiverir, tıpkı yaşam gibi: “Bazen, sırf cümlenin ritmi bozulmasın diye Tanrılar değil de “Tanrı” demek gerekir; kimi zaman da “Tanrıların” sözcüğünün dört hecesini kullanmak kaçınılmazdır, bu durumda başka bir söz âlemine geçmiş olurum; kimi zaman da tam tersine, içimizdeki bir uyağın kaprisleri, ritimdeki bir bozukluk, ani bir coşku kendini zorla kabul ettirir.”[2]
[1] Sartre, J. P. (2010) Sözcükler. Çev: Selâhattin Hilâv. İstanbul: Can. 45
[2] Pessoa, F. (2019) Huzursuzluğun Kitabı. Çev: Saadet Özen. İstanbul: Can. 132.