Bir Başkası Olarak Hafıza
![]() |
| Sang Ik Seo |
Hatırlamak, zihnin en büyük kıymeti belki de. Oysa kusursuz bir hafıza, armağandan çok bir lanete dönüşebilir. Çünkü zihin bir kayıt cihazından öte, editör gibidir. Seçer, eleyip sadeleştirir, bazı şeyleri arkaya iter. Her şeyi olduğu gibi tutan bir zihin, düşünme yetisini yavaş yavaş kaybeder. Bu fikrin en çarpıcı sahnesi Borges’in Funes’idir. Attan düşüp felç kaldıktan sonra algıları insanüstü bir keskinliğe ulaşır ve artık hiçbir şeyi unutamaz hale gelir. 1882’nin 30 Nisan sabahındaki bir bulutun şeklini, bir kitabın cildindeki damarları, yıllar önce gördüğü bir asma yaprağını tüm ayrıntılarıyla geri çağırabilir.
Ama bu “mucize”, Funes’i düşünemez hale getirir. Çünkü düşünmek; farkları unutmak, benzerlikleri yakalamak, genellemek, töze yaklaşmak, somutlamak veya soyutlamaktır. Her ayrıntının aynı parlaklıkla bağırdığı bir dünyada odak diye bir şey kalmaz. Parlayan her şey, aslında hiçbir şeyin görünmemesi demektir. Geçmiş şimdiki anı işgal eder; hareket etmek, karar vermek, hatta basitçe “şimdi”de kalmak imkânsızlaşır.
Funes bir uç örnek elbette. Ama onun trajedisinin daha küçük bir versiyonunu günlük hayatta sıkça yaşarız: Bir konuşmadan sonra eve dönüp aynı cümleyi tekrar tekrar oynatmak… “Keşke şunu deseydim.” Eski bir mesajı açıp yeniden okumak… Aynı sahnede takılıp kalmak… Düşünmek sandığımız şey, bazen yalnızca hatıranın zihinde dönüp durmasıdır. Ve döndükçe ağırlaşır.
Burada Nietzsche’nin, aktif unutuş, kavramı akla gelir. Unutmak, pasif bir kayıp değil, aktif bir güçtür bu Tanrı’yı katleden filozofa göre. Zihnin sindirim sistemidir. Beden nasıl aldığı besini sindirip fazlalığı atmadan sağlıklı kalamazsa, zihin de geçmişi hazmetmeden sağlıklı kalamaz. Burada kritik bir ayrım var: Aktif unutuş, bastırma değildir. Bastırma yarayı üstünü kapatıp içeride çürütür; aktif unutuş ise yaşananı kabul eder, dersini alır ve yer açar. Ağırlık yapan şey yaşananlar değil, yaşananların zihinde bıraktığı tortudur. Geçmişi sürekli canlı tutmak, bugünün imkânını daraltır. Yine de mesele sadece yükten kurtulmak değildir; kökte daha derin bir yanılsama vardır: “Ben”in ve “zaman”ın sabitliği yanılsaması.
İnsanın büyük yanılgılarından biri, benliğin zaman içinde değişmeyen yekpare bir kütle olduğunu sanmasıdır. Oysa insan her an değişir; biyolojik ve zihinsel olarak sürekli yenilenen bir organizmadır. Bu yüzden “dün”, tam anlamıyla bugünkü kişinin aynısı değildir. Geçmişi sürekli sırtında taşıyan zihin, artık var olmayan birinin yükünü şimdiki “yeni” benliğe taşıtır.
Üstelik hatırladığımız geçmiş de sabit bir levha değildir. Her hatırlayışta hatırlanan şey başka manalara gelir. İnsan bir anıyı her hatırladığında, onu şimdiki duygusu, bilgisi ve perspektifiyle yeniden kurgular. Bugünün hüznü dünü karartır; bugünün neşesi dünü parlatır. Anı dediğimiz şey, “olan” kadar “şimdi”nin ışığında yeniden biçimlenendir.
Bir yandan bazı şeyleri hatırlamak etik bir görevdir de; sorumluluk taşır. Mesele, hafızayı hayatın direksiyonu sanmak değil; onu gerektiğinde bir pusula olarak kullanabilmektir. Gerçek sadelik, bu akışkanlığı kabul etmekle başlar: Geçmişin her hatırlayışta yeniden şekillendiğini, benliğin de her nefeste biraz başka biri olduğunu kabul etmekle. Hatırlamanın dayanılmaz ağırlığı, ancak her an yeni biri olduğunun idrakiyle ve bu idrakın toplumsal hafızayla kesişiminde hafifler.
