Hakikati Dillendirmenin Sakıncası



Sabahattin Ali, “İçimizde şeytan yok. İçimizde aciz var. Tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey; hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.” derken hakikatten kaçınma alışkanlığını fena bir şey olarak yansıtır ancak hakikat çok hoş bir şey de değildir ve hemen hemen hiç kimse hakikate tahammül edemez. Ama isterseniz baştan başlayalım.

Elinde balyozla bekleyen birinin karşısında en temel gerçekleri söylemeye çabaladığınızı hayal edin. Elindekini kafanıza indirmenin arzusuyla iç çeken biri. Mutlaka yaşamışsınızdır. Apaçık bir şey vardır dilinizde ve karşı taraf bunu bir türlü anlamak istemez. Yapacağı, yapmak istediği şeye o kadar odaklanmıştır ki bu eşraf, siz ne söylerseniz söyleyin, “dünya efendiler, karalar ve sulardan oluşur” deyin, ceddine küfredilmiş gibi beklenen anı gerçekleştirir, elindekini olağanca caniliğiyle indiriverir kafanıza. Siz de olanı göremeyen bu mahlukatın davranışına bir türlü anlam veremezsiniz. En fazla cahillikle suçlar, aydınlanmamış veya karanlıkta yaşayan biriyle karşılaştığınız hükmüne varırsınız.
 
Aslında bu kişiye aydınlanmamış demek yanlış değildir, noksandır sadece ve hakikat de değildir. Doğrudur; dünya, karalar ve sulardan oluşur ancak dünya, başka pek çok şeyden de oluşur. Böyle masum bir konuda bu ayrımlar bizi ilgilendirmiyor olabilir ama mesele Uganda’da birkaç generalin ülkesindeki azınlıkları öldürtüp öldürtmediği olduğunda, işte böyle insani bir konuda bu ayrımlara her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulur ki olan anlaşılsın. 
 
Önce üç farklı kavram arasında ilişki kuralım; iyi (good), doğru (true) ve hakikat (truth). Bunları hayatımızdaki varoluşları bakımından da sıraya dizebiliriz. Yaşamımızda en çok iyi şeyler vardır; sonra doğru, en az da hakikat. İyi olan şeyde fayda aranır. Doğruda fayda gözetilmez, önemli olan salt gerçekliktir. Hakikatte ise hem fayda hem doğru ele alınırken önemli bir kavram daha değerlendirilir ki o da karşıtlıktır. Yani her şey zıttıyla ele alınır. 

Aydınlanmanın Diyalektiği’nden alıntıyla “Hakikat için tek bir ifade vardır: o da haksızlığı reddeden düşüncedir.”[1] denebilir. Yani düşünme eyleminde dahi, girilmeyen, haksızlık edilen sapa yollara girme teşebbüsüdür hakikat. Daimî bir açımlama hali.
 
Hakikatte her şey zıttıyla varsa o zaman tek bir gerçeklikten de söz edemez hale geliriz. Realitenin karşısında imge de ciddiyetle durur. Realite elle tutulur olduğundan imgeleme üstün görülebilir ancak siyasetin ve dinin, gücünü imgelemden aldığını göz önünde bulundurursak, Horkheimer ve Adorno’nun dikkat çektiği gibi imgelem aç gözlü bir canavar olarak görünür.


“İmgelem gücü hakikatin bir parçası olduğuna göre, bu güçleri hasar görmüş olanlara, hakikatin fantastik, yanılsamanın da hakikatmiş gibi gelmesi işten bile değildir. Hasar görmüş insanlar, hakikate içkin olan imgelem ögesini durmadan ortaya sererek besle­nirler. Demokratik bir biçimde yanılgıları konusunda eşit hak iste­mekte ısrarlıdırlar, çünkü gerçekten de hakikatin kesin bir tarafı yok­tur.”[2]

Kesin olmayan, sürekli genişleyen, genişledikçe kendi zıttını da içine alan ve sonunda neye dönüşeceği hakkında herhangi bir tahmine erişmenin imkansızlaştığı bu şey, yani hakikat denen şey değişimin tam da kendisidir. Türkiye’nin değişen inanç haritası buna bir örnektir mesela. Elde yüzlerce veri, yüzlerce doğru vardır. Ama hakikatten eser yoktur; zamanı geldiğinde kendini dayatır, kabul etmekten başka çare bırakmaz insana.

Öylesine bir değişimdir ki bu kesinliği olmadığından devamlı devinim halindedir. Böyle koca kütleli bir devinime kafa yormak, onu dillendirmek, hele hele kerameti kendinden menkul siyasetçilerin, hocaların, üç kağıtçıların cirit attığı, değer bulduğu bir toplumda dillendirmek düpedüz boşluğa bağırmak olacağından herkes Sabahattin Ali’nin dediği gibi hakikatlerden kaçmayı bir alışkanlık haline getirir.



[1] Horkheimer ve Adorno (2014) Aydınlanmanın Diyalektiği. Çev: N. Ülner ve E. Karadoğan. İstanbul: Kabalcı. 289
[2] A.g.e. 255

2 Haziran 2023